16 Aralık 2010 Perşembe

Öğrencinin Sesi Polisin Copu



  Emniyet kendini “Bebeğini düşüren kız, öğrenci değil.” diyerek savunmuş. Sesini duyurmak isteyen öğrencilerin seslerini şiddetle bastırıp ardından duyarsızca bu ve buna benzer saçma açıklamalar yapabilmek küçük düşürücü. Sadece o kız için değil olayda yaralanmış tüm öğrenciler için unutulmayacak, bizim içinde unutulmaması gereken bir olay.
  Manşette polisin yaptığına dikkat çekip, içerikte ama öğrencilerde az değil şeklindeki yaklaşımı çok karaktersiz buluyorum. Ortada olaya şiddetle yaklaşıp, görevini layıkıyla yerine getiremeyen bir kurum var. Öğrencilerin silahsız, şiddetsiz yürüttüğü bir eyleme şiddetle tepki göstermek ne kadar doğru? Doğruluğunu geçtim hangi şartlarla, nasıl savunulabilir? Vicdanı olan her insanın, siyasi ve kişisel görüşlerini dikkate almadan bu olaya yanlış diyebileceğini düşünüyorum.
  Öğrencilerin tepkisi AKP’ye saldırı niteliği taşımıyor. Bu tamamen geleceğe kaygıdan kaynaklanıyor. Günümüzde eğitimde adaletsizlik ve iş kaygıları başını almış gidiyor. Bu kaygılarda gençleri sokağa çekiyor. Göründüğü gibi onlar haklarını arıyorlar ve ellerinde şiddete başvuracaklarını işaret eden hiçbir materyal olmaksızın. Orantılı veya orantısız gücün kullanılması ayıbın ta kendisi. Öğrencilerin elinde pankartlarından başka şiddet içeren hiçbir şey yok peki bu kadar tepki neden? Şimdi sesini çıkaran herkes darbeci, Ergenekoncu, terörist gibi muamele görüyor ya bir zamanlar komünist diye adlandırılan gençler tehdit olarak görülüyordu, geçmişte ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Şimdi bu tehdit bitti haklarını arayanları, demokrasi isteyenleri Ergenekoncu, terörist darbeci, diye sınıflandırıyorlar, arkasında Ergenekon mu var diye haber olmasına sebep veriyorlar. Belki de bu oyunun bir parçasıdır. Bilinmesi gerekense bu insanların darbe değil, demokrasi istiyor olması.
  Son günlerde tüm kanallarda, gazetelerde bu konuyla ilgili birçok insan görüşlerini sundu. Bana en farklı gelen öğrencilerin demokrasi istemediklerini, bu hareketlerin eylem yapmak için olduğunu söyleyenlerdi. Süslü cümleler kurarak anayasadan ve demokrasiden bahsedip bazı yanlışları görmezlikten gelmeye çalışıyorlar galiba. Üniversitelilerin demokrasiyi destekleyici davranmadıklarını, tutarlı istekleri olmadığını öne sürüyorlar. Bir de sonuna şöyle en süslüsünden keşke öğrenciler demokrasiden anlasa bize yardımcı olsa şeklindeki açıklamalarından yerleştiriyorlar. Bir de bunun üstüne Başbakan yumurtalı eylemin üstüne yaptığı “Paraları varsa omlet yapsınlar” gibi açıklamalarla da öğrenci eylemlerine hoşgörülü olmadığını açıkça belirtti. Ne istiyorsunuz, her şeyi yaptık diye cevap veren Başbakan belki öğrencileri dinlemeyi denese bir şeyler açıklığa kavuşacak.  Zaten olaya genel açıdan bakınca ne zaman Başbakanın konuşma yapmaya gittiği bir yerde her hangi bir gösteri olsa, emniyet müdürleri merkeze alınıyor. Hükümetin aleyhine olan gösterileri neden önceden engelleyemediniz gerekçesiyle. Alışkanlık olmuş artık gösteri mi yapıldı emniyet müdürü merkeze, okulda eylem mi var Burhan Kuzu’nun dediği gibi rektör istifaya. Bu bakış açıları hangi insani duygudan kaynaklanıyor acaba korku mu? Bir şeyleri görmezden gelmek, susturmak ve başkalarının da görmesini duymasını engellemek özgüvensizlik değil de nedir?
  Öğrenci eylemlerinden bahsederken hep öğrenciler anlatıldı, onların yanlışları ve doğruları belirtildi. Gelelim başroldeki diğer karakterlere, polislere. Polise müzakere ve sosyoloji eğitimleri veriliyormuş ama bu tablodan da anlaşılacağı gibi acaba yeterli mi? Demek ki değil. Bir de şu açıdan baksak polise emir verilmeden, polis yerinden kıpırdamaz ama anlaşıldı ki vur deyince tam bir görev aşkıyla söylenenden fazlasını yerine getirebiliyorlarmış. Tabii inkâr edilemeyecek bir gerçekte var ki bu görev aşkı sol grupları daha “sert” etkiliyor.

9 Aralık 2010 Perşembe

Popüler Kültür mü, Kayboluş mu?


  Wıkıleaks nedir diye sorduğumuzda kestane cevabını aldığımız bir de üstüne bu kestane çeşidinin faydalarını dinlediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. En çok okunanın kitap, gazete değil de magazin dergilerinin olduğu bir dünya. Üretilenlerin anında tüketildiği, her şeyin ucunun para olduğu, moda adıyla her ay yeni şeylerin piyasa sürüldüğü ve anında tüketildiği. Yani herkes doğru şeyi yapmanın,  kabul görmenin derdinde.
  ICQ, MSN, Yonja, Facebook, Twıtter, Formspring, BBM derken tüketen ve tüketilen insanlar olduk. Her gün yeni bir şey çıkıyor ve insanlar yetişebilmek için kendi hayatlarından veriyorlar. Facebooka fotoğraf koyalım diye gittikleri her yerde zamanlarının çoğunu sahte pozlar çektirerek geçirenlerimiz bile var. Twitterlarını boş bırakmayıp her anlarını sanal yolla paylaşanlar olduğu gibi. Bir arkadaşımıza tatilin nasıl geçti diye sorduğumuzda, “ Face’e koydum fotoğrafları bakarsın oradan” cevabını alıyoruz. Facebook’u olmayanlarımız sosyal açıdan olayların dışında kalıyor buda ayrı bir gerçek tabi. Sabah evden çıkarken komşumuza “Günaydın!” demek yerine Twıtterdan tüm dünyaya selam vermeyi tercih eder hale geldik. Arkadaşımızla kahve içerken konuşmak yerine, farklı insanlarla BBM üzerinde yazışmayı tercih ediyoruz. Aslında orda oturuyoruz ama çok farklı bir yerdeyiz. Karşılıklı otururken Facebook’a dalıp BBM üzerinden konuşan arkadaşlarım var benim ve kendileri de kabul ediyorlar, asosyalleşiyorlar. Asosyalleşiyoruz!
  Moda ve magazin dergilerinde yer alan sevdiğimiz, beğendiğimiz, kendimize bazı konularda örnek aldığımız isimler gibi olmak için onlar ne giyiyorsa aynısını ya da benzerini giyiyor, gittikçe birbirine benzeyen insanlar olup fabrikasyonlaşıyoruz. Kışın elli kişinin arasında Ugg giyenleri değil de, giymeyenleri saymak daha kolay olacaktır. Burberry atkılar, yağmur botları, giyilen kotlar hep aynı, herkes aynı görünüyor. Moda diye bazense sadece kabul görmek için, bu güzel nasılsa herkes giyiyor kimse yadırgamaz düşüncesiyle kendimiz olmaktan çıkıyoruz. Sokakta herkes birbirine benziyor. Küçük Sırlar dizisi çıktığından beri yollarda bir sürü çakma Ayşegül, çakma Su görüyorum, geçen senede çakma Bihterler vardı. Sadece kadınlara özgü bir durum değil bu çakma Behlül, Ezel, Ramiz Dayı, Çetin, Ali ve aklıma gelmeyen birçok dizi karakteri. Kaybettiğimiz bu özgüven, gerçek olmayan insanlar gibi olma çabamız nedendir? Karakterimizi yansıtmayan içinde kendimiz olamayacağımız kıyafetlerle dolanmamızın asıl sebebini çok merak ediyorum. Sadece dizide o karakteri beğenmemiz ve örnek almamız mı? Çok anlamsız geliyor bu bana yapay ve sahte.
  İnsanların zevkleri birbirinden farklıdır ve hayatta tercihlerimizi buna göre yaparız. Tıpkı balık yemeği seven birinin yemek yemek için mekân olarak lüks bir yer ve salaş bir balıkçı arasında yapacağı tercih gibi. Önemli olan gidilen yerden zevk almak, masadan memnun ve tatmin olmuş kalkmaktır. Ama günümüzde çoğumuzda mekân seçimi zevklere göre değil de popülariteye göre yapılıyor gibi. Hayatlarımızı, kıyafetlerimizi, kendimizi göstermek için yer seçiyor gibiyiz. Bizde oradaydık haftasonu demek için gidiliyor sanki bir yerlere. Hepimiz değil ama çoğumuz bunu marifet sanıyor. Duygularımız, aklımız, zevklerimiz, duruşumuz, bakışımız nerde? Yani bizi biz yapan birbirimizden ayıran her şey.
  Gittikçe robotlaşıyoruz, farkında bile olmadan, asosyal, duygusuz, zevksiz ve tıpatıp birbirine benzeyen insanlar oluyoruz, kendimiz olmaktan çıkıyoruz, kayboluyoruz. Internet, moda, mekânlar ve diğerleri hayatımızda olması gereken şeyler. Sadece bizim artık bu unsurların hayatımızın ne kadarında yer almaları gerektiğini öğrenmemiz lazım. Bu konuda bilinçlenmeli ve insanın yaptığı tercihlerle, seçtikleriyle kendini ifade ettiğini unutmamalıyız. Zaman çok çabuk geçiyor başımızı telefonlardan, laptoplardan kaldırıp, yarın gerçek bir “ Günaydın!” duymayı hak ediyoruz bence.

Nasıl Kadın Olacağım?


  Bu sorunun cevabını her gün farklı konu başlıkları altında gazetelerde,  dergilerde, internette, Facebook gibi sosyal ağlarda ve en önemlisi hayatımızın en içinde yer alan dizilerde ve reklamlarda bulabiliriz. Zaten bunun dışında kadınlara yönelik moda ve güzellik harici herhangi bir haber yok. Peki, asıl soru eğer medya isteklere cevap veriyorsa, bu bir arz talep ilişkisiyse bu kadınlar neden tüm hayatlarını bunun üstüne kurmuşlar, bu arayışın sebebi medyamı yoksa okuryazarlığın düşük olmasıyla kadınların sahip olamadıkları farkındalık mı?
  Küçüklükten başlıyor bu dönem, çocukların psikolojik gelişimlerine uygun olan oyuncaklarla, Barbie’lerle. Küçük kızlar ilk defa orda görüyor güzel bir kadının nasıl bir vücuda sahip olması gerektiğini. Hâlbuki normal bir insanın sahip olduğunda ayakta zor duracağı bir fizik bu. Barbie sarışın, renkli gözlü, aşırı zayıf, modayı yakından takip eden, mini giyen, makyajsız uyumayan bunun sonucundaysa çok iyi arkadaşlara sahip, popüler ve yakışıklı sevgilisi olan, hayatı kusursuz olan bir bebek. Bu başlangıç oluyor. Genç kızlık dönemindeyse dizilerle tanışıyorlar. Ülkemizde dizilerin sahip olduğu yeri, ulaşabildiği geniş kitleyi görmekten gelmek imkansız. Bir de işin içine dizilerin gerçek gibi algılanması girince, bu insanların var olmayan bu karakterleri kendilerine örnek almaları kolaylaşıyor. Genç kızlar çevreleri tarafından nasıl kabul göreceklerini o anda hangi dizi popülerse onu örnek alarak öğreniyorlar. Reklamlar başlıyor, öyle olabilmek için kullanması gereken ürünleri öğreniyorlar, Blendax kullanınca saçlarının hacimli ve gösterişli olacağını erkekleri etkileyeceklerini, bilmem hangi parfümümü kullanınca cazibelerinin artacağını düşündürüyorlar onlara, Magnum yiyince seksi olacaklarını, Cornetto yiyince aşkı bulacaklarını düşündürüyorlar. Adı üstünde reklam, gerçek değil ama bu nasıl algılayacağınıza bağlı, kadınlarda erkeklerde bir şampuanla ya da parfümle kandırılacak kadar aptal değiller zaten.
  Tam öğrenmeye, kendilerini geliştirmeye, kişiliklerini oturtmaya başlayacakları, yeni arayışlara girecekleri ve kendilerini bulacakları bu dönemde aileleri öğrenim hayatlarını bir yerde kesip sana bu kadar yeter diyorlar. Anneleri nasılsa onlarda öyle oluyor, anneleri de büyük büyük anneanneleri gibiymiş yıllardır değişime ayak uydurulamamış yani. Eğitimsiz olması, hayatı çok fazla sorgulamaması, düşünmemeye başlaması onun arayışlarını daraltıyor. Kendi karakterini değil de hayatında en çok yer alan örnekleri canlandırmaya çalışıyor.
  En sonunda kadın kendi olmayı unutuyor, hayatın ve başkalarının ona öğrettiği gibi olmaya başlıyor. Kendi karakterini yansıtamadan yaşıyor, hem de farkında bile olmadan çünkü yadırgamamaya başlıyor çünkü aslında çevresi de böyle. Beğenilmek istiyor bunu da şunu giysem beğenilir miyim moda buymuş düşüncesiyle harekete geçiriyor. İzlediği diziler, reklamlar televizyon programları onu buna yönlendiriyor. Sözüm meclisten dışarı, her saçını boyatan, renkli lens takan, modayı takip eden kişiliksiz demek değil bu. Önemli olan insanın kendine yakışanı yapması, yaptıklarını kendine yakıştırması. Başkaları için değil de kendi için yapması. Ünlü markalara kazanç sağlayan bu saçma reklamların kurbanı olan koyunlar olmaması.
  Herkes beğenilmek ister, hepimiz isteriz. Önemli olan bilinçlenip bize sunulan her şeyi kabul etmemekten geçiyor. Reklamlarında suçu yok, oyuncaklarında, dizilerinde. Bu farkında olamamaktan kaynaklanıyor, okuryazarlığın düşük olmasından, ülkede okuryazar olmayanların oranının yüksek olması ve medyanında ülkedeki yüksek orana göre hareket etmesinden kaynaklanıyor. Bu birbirini tetikleyen bir sektör, herkes kendi menfaatine göre hareket ediyor, önemli olan satışlar, kazanılan paralar. Kadınların çoğunluğu bunu istiyor medyada buna cevap veriyor. Şimdi kim suçlu? Aileler mi, hükümet mi yoksa bizi hazırladıkları programlarla düşünmeye zorlamayan, okuryazar olmayanların sayısı fazla olduğu için onların isteklerine göre programlar hazırlayan medya mı?
 
 
 
 

5 Kasım 2010 Cuma

Sosyal Medya ve Özgürlük mü?


  Pazar günü Taksim’de yapılan bombalı saldırıyı duymayan kalmamıştır herhalde. Polis araştırmalarına devam ediyormuş. Vedat Acar isimli eylemcinin girdiği manava,  orda ki görüntülere kadar… Yapılan bu araştırmalarda Vedat Acar’ın evine taşınır taşınmaz uydu taktırdığı ve eylem yapması da Roj Tv’de yayımlanan bir türkü ile gönderilen mesaj üzerine gerçekleştirdiği söyleniyor.  Belçika’da da buna benzer bir olay olmuş fakat saldırı yapılamadan yakalamışlar. Bunun üzerine Belçika Roj Tv’nin yayınını yasaklamış. Şu esnada Roj Tv böyle bir mesaj olmadığını söylüyor, iddiaları yalanlıyormuş.
  Youtube kapatıldı nedensiz yere. Şimdi merak ettiğim Roj Tv’de kapatılacak mı? İnsanların özgürlüklerinin, zevklerinin kısıtlanmasına karşıyım. Ama youtube önce Atatürk’le ilgili videodan kapatılmıştı. 30 Ekim günü açıldı. Atatürk videosu bir neden miydi bahane mi? Türkiye’de youtube tehdit olarak göründüğü için kapandı benim fikrime göre ama gösterilen neden bu video oldu. Sonunda bir özgürlük hareketi youtube açıldı, artık kendilerini daha güçlü hissediyor birileri de bu hakkımızı geri verdiler herhalde diye düşünürken; bu mutluluğum iki gün sürdü. Youtube Türkiye’den girilemeyecek şekilde Atatürk‘le ilgili videoları geri koymuş.  Ardından Deniz Baykal’la ilgili videolar çıkınca, youtube’un yeniden kapatılabilecek olması konuşulmaya başlandı. Türk halkının suçu olmayan videolardan dolayı insanların özgürlüğünü kısıtlamak, ellerinden cevap hakkını alıp, bu duruma boyun eğmek nasıl bir özgürlük anlayışıdır sorgulamamız gerekir. Başka bir açıdan özgürlüklerimiz devamlı elimizden alınırken bizim sesimizi çıkarmamamız bu durumları azaltmamakla birlikte aksine çoğaltmaktadır. Internet insanların özgür olduğu düşüncelerini paylaştığı bambaşka bir dünyadır. Türkiye’deyse bu dünyadaki haklarımız kısıtlanmaktadır. Büyük ihtimalle sesimizi çıkarmadıkça, daha neler göreceğiz.
  Asıl soru internette yukarıda anlattığım nedenlerden dolayı kısıtlamalar yapılıyorsa, Roj Tv’nin mesajı yayımladığı da doğrulanırsa Roj Tv kapatılabilecek mi? Büyük konuşmamak lazım ama elde böyle büyük bir neden varken Roj Tv kapatılmazsa bu konuya daha fazla kafa yormak gerekir.  Hatalar yayın organları kapatılarak telafi edilemez, bir şeylerin hesabı kapatılarak sorulamaz elbet, bu kesin bir çözüm değildir. Ama sorunlara erişimi engelleyerek, sorunlarımızı çözen zihniyet elbet bunu da çözmek isteyecektir. Sanırım bu konuda daha kesin konuşabilmek için araştırmaların sonuçlanmasını beklemek en doğrusu. Bakalım daha neler olacak?








3 Kasım 2010 Çarşamba

Mutluluk bir ideal olabilir mi?

“Kadın dediğin çalışmalı, evde oturup çocuğunun tüm sorumluluğunu tek başına üstlenmemeli. Bu feminizme karşıdır” yada “ Kadın dediğin evinde oturur, evine, çoluğuna çocuğuna bakar” diyen zihniyetlere karşıyım. İnsan nasıl mutlu olacaksa onu yaşamalı , öyle olmalı. Aile kurmakta, iş sahibi kadınlar da bu kadar küçümsenmemeli.
  Kadın haklarını savunduğunu öne süren bir çok kişi hayatta aile kurmayı tercih edenleri eleştirmekten eksik kalmıyor. Kadın çocuk bakmayı, evde oturmayı görev üstleniyor ve eşi ortak sorumluluklarını paylaşmıyor, kadın sömürülüyor diyerek savunuyorlar kendilerini. Peki kimse düşünmüyor mu herkesin aklı, mantığı, fikri olduğunu ve eğer kadınlar özgürse hayatta yapmak istediklerini kendilerinin seçebileceklerini. Bir kadın biriyle hayatını paylaşma kararı verdiğinde partnerini kendine göre seçmiştir zaten. İlerde tam bir aile olduklarında sorumluluklarını paylaşabileceği, hayatı paylaşabileceği bir insanı tercih etmiştir zaten. Yani evde oturan, çocuklarına bakan kadın bunu nasıl kabul edebiliyor diye düşünmek çok saçma. Çünkü bu onun kendi seçimidir, onu mutlu eden şey ailesi olmuştur.
  Bir de bu düşüncenin tam aksine kadının yeri evidir diyen tam bir geri kafalılık örneği var. Kadınları sınırlayamazsınız işte burada özgürlük biter ve kadın hakları sorgulanmaya, savunulmaya başlanmalıdır. Evinde mutlu olabilecek biri bile sırf bu baskıdan rahatsız olabilir. Ya da çok farklı konularda başarılı olabilecek, potansiyel sahibi biri kendini harcayabilir. Çocuk yetiştirmek her gün dosyalar arasında kaybolmaktan, toplantılara girip çıkmaktan çok daha zor olabilir. Ama istekli, hedefleri belirli biri iş hayatıyla ev hayatını zorda olsa bir arada götürebilir. En kötü ihtimalle ileride zorlandığı anda doğru bir tercih yapar. Kafalarda eskiden kalma düşüncelerle insanlar kısıtlanmamalıdır.
   Kadını ne mutlu eder? Kariyer, para, alışveriş, başarı, çocuk, evlilik… Herkese göre değişir. İnsanları kategorize etmekle, bir şeylere zorlamakla ele hiçbir şey geçmez çünkü bu bir sonuç vermez. Önemli olan kadın erkek fark etmez insanın mutlu olacağı kendini tatmin edeceği yolu seçmesidir. İnsan mutlu olduğu yerde verimlidir. Eğer özgürlükten bahsediyor, herkesin özgür olması gerektiğini savunuyorsak asıl idealin mutlu olmak olduğunu kabul etmeliyiz.

                                                    
                                               




20 Ekim 2010 Çarşamba

Telve Ne Diyor?






  Herkesi bir fal bakma ve baktırma furyası sarmış gidiyor. Hangi semtte olursanız olun, fal mı baktırmak istediniz mutlaka bir açık kapı bulursunuz. Eskiden belirli semtler vardı fal baktırmak için herkes oralara giderdi, şimdi her semtte, her cafenin kapısında yazıyor “ Fal Bakılır!” diye.  Siz istemeseniz, inanmasanız da çevrenizdeki herkesin “Bir kere dene ya, bak her şeyi biliyor, kesin çıkar seninki.” şeklinde yaptıkları yorumlar sayesinde sırf çenelerinden kurtulmak için bir kez olsun gitmişsinizdir. Sonuçta nedense herkeste hep aynıdır. Yinede geleceği önceden bilmek insanoğlunun beklentilerinin başında gelir. Zaten o yüzden demişler bence “Fala inanma, falsız kalma” diye. Herkes kafası karışık olduğunda, hayatıyla ilgili ilginç yorumlar duymak istediğinde fal baktırır. Aslında bu bizim için bir ihtiyaçtır kimi zaman. İşte benim tam olarak inandığım ve bir arkadaşım fal baktırmaya gidelim dediğinde gitme sebebim bu. Çıkacağını düşünüp hayatımı buna göre yönlendirmiyorum ama orda o falcının benim hakkımda genellemeler yapıp, tahminler yürütmesini keyifle izliyorum. 
Bugüne kadar birçok deneyimim oldu ve beni şaşırtan şeyler söyleyen hatta geleceğimle ilgili gerçekten bir şeyler tutturanlarda oldu. Bazen inanmak istedim ama hep yok artık dedim.  Bunu çoğu kişiden duydum. Fal baktırmayanlar bile çevrelerinden duyduklarına göre sorulduğunda bir iyi birde kötü falcı ismi verebilirler. Özellikle de kahve falından bahsediliyorsa. Çünkü kahve falı geçmişten bugüne bizim için vazgeçilmez olmuş. İki kadın bir araya gelip kahve içtiğinde illaki “Hadi falıma bak!” der bunu duymayan, şahit olmayan yoktur. Çünkü bu ne kadar inkar etsek de bir ihtiyaçtır. İhtiyaç olmasa, bu kadar fazla talep görmese kahveyle başlayıp ardından su, taş, iskambil kağıdı, el, tarot ve aklıma gelmeyen bir çok şeyle devam etmezdi. Bu kadar tutulamaz ve maddi kaynak olarak kullanılamazdı. İşte bu yüzden son günlerde her yerde fal bakılır diye ilanlar görmek mümkün. Çoğu kandırıyor bizi bu bir gerçek. Ama ne demişler fala inanma falsız kalma bende öyle yapmaya devam edeceğim. Ve konusu geçtiğinde biliyorum ki herkes fal baktırmayla ilgili bir iyi birde kötü anısını anlatabilecek. Neyse haliniz, çıksın faliniz…

9 Ekim 2010 Cumartesi

Sınır Tanımaz Taksi Şoförleri

  Tamam anlıyorum herkes evini geçindirme derdinde. Teknenin bir şekilde batmaması, yola devam etmesi gerekiyor. Ödenecek taksitler, çocukların okul ihtiyaçları, mutfak masrafları diye başlayan ve asla sonu gelmeyen birçok gider var. Aynı zamanda taksi şoförlerinin kaç saat olduğunu tam olarak bilmediğim bir çalışma süreleri var tıpkı diğer meslek gruplarında da olduğu gibi.  Tek farkı geçen gün izlediğim bir haberde öğrendim, bu insanların sigortaları yok. Kafamdaki o korkunç taksi şoförü imajı bir anda siliniverdi. Günde kazandığı paranın belki de yarısından fazlasını araç sahibine veren, gece gündüz trafik içinde can çekişen, yakıt parasını da kendi cebinden veren ve elinde avucunda hiçbir şey kalmayan taksi şoförüyse bana merhaba dedi o esnada. Kabul edelim ki herkes hayatında bir kere ‘ Taksicilerde ne kazanıyor ya iki dakikalık yol için dünyanın parasını aldı. ‘ demiştir. İşte meğer işin aslı öyle değilmiş. Ama yine de yaptıkları hatalara bir neden olarak göremedim bunların hiçbirini. İnatla kınamaya devam edeceğim o yüzden.
  Trafiğe bir sürücü olarak çıkmaya başladığım şu son günlerde fark ettim ki yaya olduğum zamanlardan çok daha fazla ‘ Bu kadarda olmaz artık!  Şimdi bu taksicinin yaptığı iş mi?  Aman taksici işte yol vermez anca alır ayıp! ’ demeye başlamışım. Ama onlarda hak etmiş. Müşteri kapmak için öyle bir yarışa giriyor ki taksici yolun ortası sağı solu demeden istediği yerde duruyor trafik için büyük sıkıntı oluşturuyor, kaza yapmayıp, yaptırıyor. Hızlı sürüyor kaza yapıyor bide suçlu olmasına rağmen bunu karşısındaki zavallı sürücüye yıkıyor. Diyeceksiniz kazada suçlu olan taraf bellidir taksici ne yapsın, nasıl değiştirsin diye ama öyle değil işte. Taksici olmanın en büyük kuralı bu galiba bütün gün trafikte kalakala cinleşiyorlar bir de adam çarpıyorlar. Bir dil var ki sormayın hasarın parasını ver den girip, polis çağıracağımdan çıkıp, konuyu polis çağırmayayım başımız yanmasın arabayı biraz oynatsana dur daha da vurdun ne yaptın be ağabey arabama deyip, zaman kazanıp aklınızı karıştırıp haydi eyvallah deyip arkalarına bakmadan kaçıp gidiyorlar. Olan sizin arabaya oluyor onu da geçtim çektiğiniz sıkıntıdan dolayı size tabii. Sonradan anlıyorsunuz az önce ne oldu ben haklıydım diyorsunuz ama iş işten geçmiş oluyor tabi. Sözüm meclisten dışarı o kadar baba taksicilere rastladım ki zor durumda olanları para almadan evine bırakan, tıpkı bir psikolog gibi müşterinin derdini dinleyip akıl veren ve kimi zamansa akıl alan, müşteriye saygıda kusur etmeyen aynı zamanda da kendisini evinde gibi hissettiren. Ben de ne zaman taksiye binsem illa o taksicinin siyasi bir görüşü, aile sorunu ya da hayatta yanlış gördüğü ve biriyle paylaşmak istediği bir konusu olmuştur ama en çok meslektaşlarından şikâyet derler. Haklılarda! Mesleklerine değer veren insanlar için meslektaşlarının yaptığı üçkâğıtları gazetelerden okumak ve bu lekeyi taşımak kolay değil. Kendileri söylüyorlar fazla para alıyorlar diye, parayı veriyorsunuz vermediniz deyip tekrar istiyorlar bir boşluğunuza denk geldiyse farkında olmadan veriyorsunuz sizde işte. O yüzden hep uyarıyorlar diğer şoför arkadaşlara dikkat edin diyorlar.
  Sonuç olarak taksici ağabeylerimize hatta varsa ablalarımıza sesleniyorum. Yollar sizin değil kuralları siz koymuyorsunuz arabaları sıkıştırmaya, sinyalsiz zorla yol alıp bide kaza olduğunda sinirlenip çatmaya, diğer sürücülere yol vermeyip zorluk çıkartmaya, insanlardan haksız yere para almaya ve şuanda aklıma gelmeyen daha nicelerine hakkınız yok. Dediğim gibi sözüm meclisten dışarı hala ahlakıyla çalışan taksiciler olduğunu düşünüyorum. Işığınız yeşil, müşteriniz bol olsun !