6 Aralık 2011 Salı

Dedemin İnsanları

Ne yalan söyleyeyim, Babam ve Oğlum’dan sonra yine acıklı, bol gözyaşlı bir film geldi demiştim Dedemin İnsanları için. Fakat izlerken yüzümde oluşan tebessümler ve salondan duyduğum kıkırtı sesleri bu filmin daha farklı olduğunun en büyük ispatı oldu benim için. Birazda kendi aileme benzettiğim için belki bilmiyorum, gözyaşlarım sel oldu gitti. Sonra etrafıma baktım yalnız değilim. Bu filmde ağlıyorsunuz ama tebessümle, keskin bir acı saplanmıyor insana. Çağan Irmak gerçekten bu işi biliyor, bir kez daha görmüş olduk. Filmin detaylarını anlatmıyorum çünkü bence herkes izlemeli, eminim kendinizden bir şeyler bulacaksınız sizde.

29 Kasım 2011 Salı

Yok Böyle Müzik!

Çıldırmamak gerçekten elde değil. Yok, Böyle Dans’ı bilmeyen yoktur. Seyircilerin ilgisini daha canlı tutabilmek için danslara ait müzik seçimlerini Acun Medya ekibinden özel bir grup yapıyormuş sanırım yanlışlık olmasın. Bu ekibin belirlediği şarkılar bir liste halinde ünlülere sunuluyormuş onlarda partnerleriyle birlikte seçimlerini yapıyorlarmış. Göz var nizam var kulak var yani hiç olmamış. Seyrettiğim şey şovdan ziyade bambaşka bir şeye benziyordu, şöyle anlatayım. Televizyondan radyo dinlemek istediğinizde ekranda başka kanallar görünür renk olsun, canlılık olsun diye ama aslında radyo çalar. Yani görüntü ile sesin bir ilgisi yoktur ya işte tam öyle olmuş. Müzikle dansın ilgisi yok, her dansa uygun bir müzik vardır yani sonuçta bu ritim işi. Şarkıların içeriklerinden bahsetmiyorum, tamam yine Türkçe pop seçilseydi ama ritimler biraz daha dansa uygun hale getirilseydi. Ünlülerin ayak hareketleri ve danslarıyla arka fonda çalan müziğin alakası yok! Tabi durum böyle olunca izlediğim şey bana hiç keyif vermedi, bir radyo kanalını televizyondan dinliyor gibi oldum. Bence başkalarına da çok vermemiş, bu şarkı işi tutmamışa benziyor ki şimdi bir canlı orkestra getirtilmiş programa. Canlı çalınıyor ve dans ediliyor ama o da pek kurtarmamış. Dün izledim normalde 5-10 dk arayla reklam alan, Acun’un tanıtımlarla doldurduğu program sanırım 40-50 dk hiç reklama girmedi. Jüri üyeleri bile ünlülere devamlı bu şarkı pek olmamış, yanlış şarkı seçmişsiniz dediler. Acun kör olma değiştir şu sistemi!

22 Kasım 2011 Salı

Mahallemizin Köpeği

       Bu reklam tek kelimeyle inanılmaz. Her izlediğimde gülüyorum ve o köpeği yemek istiyorum! Ne kadar iyi düşünülmüş, hikaye oluşturulmuş, ayrıntılar verilmiş. Hayvanseverlerin sempatisini kazandıkları kesin. Bir mahallenin köpeği bu kadar güzel anlatılamaz ve reklamla bu denli birleştirilemezdi. Devamlı gösterilmiyor arada sırada çıkıyor ama her gördüğümde tepkim aynı oluyor. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık! Umarım başrol oyuncularının ihtiyaçlarını karşılamış, onu bol sevgiyle ödüllendirmişlerdir...


8 Kasım 2011 Salı

Saat 9 vize eziyeti başlasın!

Koskoca Bilgi Üniversitesi’nde sınıf yokmuş, zaman yokmuş gibi, gereksiz vize sınavları sabah 9’da yapılıyor. Hocalara sorduğumuzda sistemin bu saatleri belirlediği söyleniyor. Koskoca her işi beceren sistem dersleri yerleştiremeye 10’da başlayamıyor mu allah aşkına? Hocaların çoğu sabah 9’da gelmiyor tabi, asistanlarla sınav oluyoruz, sağ olsunlar onlarda bu acıyı bizimle yaşıyorlar. Sabah 9’da ayılamamış kafalarla, soruları anlamaya ve cevaplamaya çalışıyoruz. Bildiğim sorulara adam gibi cevap veremiyorum resmen, hem de sınavdan önce iki sade kahve içmeme rağmen. Vize haftasında içtiğim kahvelerin haddi hesabı yok! Bu kadar düşüncesizlik olamaz, öğrenciler nerelerden toplu taşıma araçlarıyla geliyorlar, bazılarının yolu 3 saat sürüyor. Unutmayalım ki İstanbul haddinden fazla büyük bir şehir. Bilgi Üniversitesi öğrencisinin yanında olan bir okul olmasına karşın bu saçmalık çok şaşırtıcı.

1 Kasım 2011 Salı

Santral'deki Hayvan Sevgisi Bambaşka!

Santralin en sevdiğim yanı hayvanları ve hayvan sevgisi. Santral’e adım attığınız anda farklı bir atmosferle karşılaşıyorsunuz. Bir çok okula çeşitli nedenlerle gittim ve hiç birinde o duyguyu yaşayamadım ve Bilgi'yi seçerek gerçekten iyi bir seçim yaptığımı düşündüm. Bugün Santral’in sokak hayvanlarına bir yuva olmasından bahsedeceğim. Santral öyle bir yerdir ki masanızda kediler dolaşır ama bunu çok doğal karşılarsınız. Bir köpek gelir taytınızı, çantanızı ısırıp çekiştirmeye başlar tek amacı oynamaktır bunu herkes gülerek karşılar. Okula sabah erken saatlerde gelmenin benim için en keyifli yanı; bir kediyi oradan oraya koşuşturup kendi kendine oynarken, başka birini ağaç tepesinden düşmeden inmeye çalışırken ve bir köpeği ise 3 kızın yanında bir Starbucks koltuğunda uyurken görmektir. Bazılarımız onları sevmekten daha yararlı şeylerde yapıyorlar. İyi ki de yapıyorlar! Sabahları onlara teker teker mama verenler, sağlıklarını düşünüp pirelere karşı onları koruyacak ilaçlar sürenler mevcut okulumuzda. Bazı kedilerimizin şirin tasmaları bile var. Sizde Bilgiliyseniz buna ikinci günden alışırsınız, hemen kendinize bir yer edinirsiniz bu düzen içinde.

25 Ekim 2011 Salı

Bebek Taps

Bebek Taps’e, boğaz manzarasına, lezzetli biralarına ve yemeklerine bayılıyorum! Canım bira içmek istediğinde, moralim bozuk olduğunda, arkadaşlarımla sohbet etmek istediğimde, bira-yağlı yemek ikilisini özlediğimde, ders çalışmak zorunda olduğumda ve sayabileceğim birçok bahane anında Taps benim için ilk seçenek. Özellikle akşamüstü, güneş batarken, orası daha tıklım tıkış olmamışken, boğazı seyrederek biramı yudumlamaktan daha güzeli yok.
İlgilenenler için, http://www.tapsbebek.com

18 Ekim 2011 Salı

Sinema salonunda film mi izledik, reklam kuşağı mı ben tam anlayamadım ? !

Geçenlerde Kanyon’daki Cinebonus'a sinemaya gittik. Film 19.15’te başlıyordu. Bizde alelacele biletlerimizi alıp, yemek yemeğe koştuk. Yemeğimizi filme yetişmek için hızlıca yedik daha sindiremeden doğru salona koştuk. Saat 19.15: Salona girdik, iyi bari film başlamamış daha reklamlar gösteriliyor, ışıklar açık. Saat 19.30: Işıklar kapandı, heyecanlanmayın hala reklam gösteriliyor. Saat 19.50: Sanırım, yanlış hatırlamıyorsam bir film fragmanı izlemiş olabiliriz. Saat 20.00: Evet sonunda 45 dk önce başlaması gereken filmimiz başladı. Tam bir işkenceydi. Bize zorla, hiçbir açıklama yapmadan normalde 10 dk sürmesi gereken reklamları, 35-40 dakika aralıksız izlettiler. Yanlış anlamadınız bir filmin ilk yarısının uzunluğu kadar reklam izledik.Kaçacak hiçbir yerimiz yoktu, her an başlayabilirdi film. Bunu yapmaya kimin hakkı var? Tamam, anladık reklam = para ama her şeyinde bir sınırı var bu kadarda olmaz. Bu nasıl bir saçmalıktır, bunun hiç mi kontrolü yoktur?  Bu, insanları o ürünlerden soğutmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Reklamcılıkta nefret edilen reklam akılda en çok kalandır diye bir şey vardır. Aman sakın yanlış anlaşılmasın akılda kalan reklam değil, seyircilere yapılan bu haksızlık olur ancak. Fotoğraftaki salon Kanyon Cinebonus'a ait, bu salonda film izlemek istemenin cezası bu reklamlar mıdır?

11 Ekim 2011 Salı

Sabah Kaosu


Bir kızın stilini ilk belirleyen annesidir, ilk stil danışmanıdır. Bazı durumlarda sosyal çevre kaynaklı değişimler olsa da stilimizde annelerimizden hep bir şeyler taşırız. Çoğu zaman babalarımızda annelerimizden küçük yardımlar alırlar. Her evde mutlaka "Bugün ne giysem?" krizi yaşanır. Bizim evi örnek alacak olursak, sabah saat 8 annem bir oraya bir buraya koşturuyor. Nerden nereye mi? Benimle babam arasında bir gidiş geliş bu. Bir ben bir babam başlıyoruz anneme seslenmeye “Bu gömlekle bu kravat nasıl sence? Anneee bu pantolonun üstüne hangi kazak gider? “. Annem babama da, bana da yetişir.  Sabahın o saatinde kendine mi baksın bize mi baksın bilemez ama anne olmak böyle bir şey sanırım o her yere hepimize yetişir. Ve o büyük buhrandan, büyük karmaşadan sonra babamda bende annemin yardımıyla ve bakışıyla evden mutlu bir şekilde çıkmayı başarırız. Ve annem bir sabah kaosunu daha atlatmış olur.

24 Mayıs 2011 Salı

Yalnız Nefes Demek de Yasak!

  Ne de güzel reklam yapmışlar! Öyle şunu, bunu yaptık diyerek geçmişte yaşanan faciaları unutturmaya çalışmıyor en azından. Özellikle bir reklam var, trenle ilgili. Hızlı tren yapılmış ne güzel ama trenleri bu sisteme uygun seçmeyip kazaya neden olunduğundan hiç bahsedilmiyor. Biraz göz boyayıcı sanki gerçekleri pek yansıtmıyor gibi.

  Ama CHP'nin bu reklamını gerçekten çok beğendim. Ne de güzel özetlemişler son günlerdeki durumu, hatta durumumuzu. Fazla konuşmasam daha iyi, bloglar kapatılır belki ne me lazım. En iyisi siz izleyin bir kez daha!



‘Püskevit’i Marka Yapma Planı

  Hürriyet Gazetesinin 15 Mayıs tarihli haberine göre, MHP Başkanı Devlet Bahçeli’nin Yozgat mitinginde bisküvi yerine “püskevit” dediği konuşma internette rekorlar kırdı. Şimdi sıra püskevitin patentini alma yarışına geldi.
  Püskevitin tescili için İstanbul ve Isparta’dan iki ayrı başvuru yapıldı. Bu başvurulardan biri üretimi, diğeri ise bir bisküvi markasına isim hakkını satmayı hedefliyor. Püskevit için ilk başvuru 12 Mayıs’ta Fahri Doğan Bato tarafından yapıldı. İkinci teklif ise 13 Mayıs tarihinde Isparta’dan Metin Arıkaya tarafından geldi.
  Başvuruların onaylanmasının bir sene bulacağını söyleyen Markiz Marka Patent Marka Vekili Orhan Eriman, marka hakkının alınmasının uzun süre gerektirdiğini fakat marka hakkının 10 yıllık süre için tescil edilmiş olacağını söylüyor.
  Her şey Devlet Bahçeli’nin Yozgat mitingindeki konuşmasıyla başladı ve tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ın “one minute” hareketine döndü. Devlet Bahçeli’nin seçimler için propaganda yapmaya çalışırken söylediği tek bir kelime yapmak istediği propagandadan daha çok ses getirdi. Halkımız çok pratik. Recep Tayyip Erdoğan’ın “one minute” söylemi bir marka haline geldi, sıra “püskevit’te” .  Önümüzde ülkemizin de geleceğini belirleyebilecek önemli bir seçim varken, buna ilgi göstermek yerine, herkes kendini düşünüyor. Reklamı da hazır yapılmış bir ürün ismi bulup (hem de bir başkanın propagandasından) bunu kullanarak, ekonomilerini geliştirme derdindeler. Onlarda haklı öyle bir yerde yaşamaya başladık ki bu tür kurnazlıklar çok sıradan kalıyor. Eminim Bahçeli böyle bir durumla karşılaşacağını hiç düşünmemişti.


21 Mayıs 2011 Cumartesi

Acun Ilıcalı'yla Film Gibi

  Ve sonunda beklenen oldu Acun Ilıcalı önce Survivor yarışmasını reklam panosuna, sonrada Sinan Çetin'le Film Gibi'ye çevirdi.

  7 Yarışmacı, 7 yarışmacı yakını ve arada bir perde. Haftalardır yakınlarını görmeyen yarışmacılar, perdeden ailelerininden bir kişinin çıkmasını bekliyor falan filan... Gerçekten çok güzel bir fikir, çok güzel bir ödül olmuş. Ama bu kadar dram fazla değil mi? Adamlarda moral kalmadı ağlamaktan. Seyirci bile ağladı!

  Acun, amacının onları mutlu etmek olduğunu, bunun güzel bir ödül olduğunu belirtti. E doğruda söyledi, tabi öyledir. Ama elini vicdanına koysun, bu kadar da olur mu? Survivorda ilk defa bu kadar acıtasyon dolu sahnelere tanık oldum. Dram, gözyaşı, hüzün ve bunun gibi bir çok şey işte bu Survivordı.

  Şuan da izliyorum yarışmayı, yarışmacılar canla başla kazanmak için hırpalıyorlar kendilerini, e haklılarda. Reyting rekorları filan kırılıyor sanırım şuan. Tebrik ederim Acun'u çok iyi iş başardı yine. Acun bu işi biliyor!

19 Mayıs 2011 Perşembe

H&M Bikinili Kadın Afişlerini Kaldırdı

  Gerçekten inanamıyorum. İnsanlar nasıl bu kadar geri kafalı olabilir? H&M reklamlarından bahsediyorum tabiki de. Bazı kendini bilmezler H&M'in duraklardaki bikinili kadın ilanlarına boya atmış. Bikinili kadınların, bu saçma insanlara göre açık bulunan, ayıp yerlerinı kırmızı boya ile kapatmışlar.

  İşin acınası ve komik tarafı ise, belkide bu boyayı atan deliydi, sarhoştu sadece eğlenmek için saçma bir şey yaptı. Ama hedefi bu ilanları kaldırtmaktıysa, hedefine ulaştı. H&M konuyu araştırma gereği duymadan ilanları kaldırmayı seçti. Çok yazık! Yapılanın yanlış olduğunu ilanlarını kaldırarak, susarak mı anlatacak bu firma? Böyle yaparak onlara güç katmaktan başka bit şey yapmadı çünkü.

  Bir anda korktu bizi başka ülkelerle karıştırdılar heralde. Ama İstanbul'da da kadınlar bikini ve mayo giyiyorlar. Bu reklamları görüpte o bikinileri alacak nüfus İstanbul'un yarısından fazla belki de. Kendi müşterisine de ayıp etti, o densizlerin istediklerini gerçekleştirerek. Belki yeni bir firma olduğu için bizi daha tanımıyorlar, hemen korktular. Ama kendileri demişler "Bize fotoğraflarla ilgili doğrudan ulaşan bir eleştiri ve tehdit yok." diye.  Bu neyin korkusu?

  İlk başta bu densizlere çok kızdım, yaşadığım yer için çok üzüldüm. Ama sonra H&M'in bu tavrına daha çok şaşırdım, onlara daha çok üzüldüm!

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Suçlu Köpeği Arkadaşları Ele Verdi

  Eğer hayvanları, özellikle köpekleri seviyorsanız mutlaka izlemeniz gereken bir video. Bazı insanlar hayvanlara duyguları yok gibi davranıyor, onları akılsız sanıyorlar ya işte bu onlara cevap olsun. İstedikleri zaman nasılda herşeyi anlıyorlar. İzlediğimde çok güldüm, bir köpek nasıl bu kadar yaramaz ve sevimli olabilir, ayrıca akıllı. Diğer iki arkadaşını da unutmamak lazım. Kesinlikle izlemelisiniz, bayılacaksıız. İyi seyirler!

http://webtv.hurriyet.com.tr/5/16071/0/1/suclu-kopegi-arkadaslari-ele-verdi.aspx

15 Mayıs 2011 Pazar

İnternete 4 Filtre Geliyor Erdoğan Bile Giremeyecek

   Hürriyet Gazetesi’nin 5 Mayıs 2011 tarihinde çıkan haberine göre,  22 Ağustos tarihinde yürürlüğe girecek “İnternetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul ve Esaslar” hükümlerine göre kullanıcılar 4 internet filtresinden birini yasalar gereği seçmek zorunda kalacak. Bu filtreler aile, çocuk, yurtiçi ve standart olarak 4’e ayrılıyor. Haberde ana kaynak olarak Osman Nihat Şen’in söyledikleri kullanılmıştır. Bu söylemlere göre; kullanıcılar eğer bir paket seçmezlerse Standart Paket kullanıcısı olacaklardır. Aile ve çocuk paketlerini tercih eden kullanıcıların ceza kanununda suç olan içeriklere sahip olan sitelere erişimleri olmayacaktır. Porno ve kumar siteleri gibi sitelere giriş yapılamayacak, bu tür siteler filtrelenecektir. Şuanda kullanılan filtreleme sistemlerinin ücretli olduğunu belirten Şen, bu yeni filtreleme sisteminin ücretsiz olacağını, bu hizmetin alternatif bir “Güvenli İnternet Hizmeti” olacağını belirtmektedir.

  Bu haberin benim için önemli olmasının en büyük sebebi; Şen’in bu söylemlerine rağmen, kara liste diye adlandırılabilecek olan sitelere giriş yapılamayacaktır. Fakat Standart Paket kullananların hayatlarında hiçbir şeyin değişmeyeceğini belirtmişti kendisi. Ama Standart Paket kullanıcıları da istedikleri sitelere erişim sağlayamayacaklardır. Bu filtreleme sistemini aşmaya çalışmak ve aşmak suç sayılacaktır. Yani söylendiği gibi hayatımıza devam edemeyeceğiz. Özgür bir ülkede yaşıyoruz ve her bireyin kendi kararlarını alma hakkı vardır. Kendi çocuklarının hangi sitelere erişim sağlaması gerektiğine de ailelerden başka hiç kimse karar veremez.

  Türkiye’de her zaman önce şöyle olacak, böyle olacak diye atılır, tutulur. Ama sonuç kesindir, korkak insanlar halkın iletişimini kesmek, onları susturmak amacındadır. Yani bence bu kesinlikle masum gösterilmeye çalışılan bir sansürdür.

Medya ve Sansür

 
  21 Nisan Perşembe günü Haluk Şahin, Medya dersimize konuk oldu. Dersimizin konusu, medya ve sansürdü.Wikipedia’ya göre sansür;Çeşitli kavramların çeşitli yollarla kontrol altına alınmasıdır. Genelde hükümet tarafından uygulanır. En somut amacı toplumu korumak ve devletin üzerinde kontrol sağlayacağı şekilde geliştirmektir. Genellikle toplumu etkileyen durumlarda/eylemlerde uygulanır ve ifade özgürlüğünü bastırma amacı güdebilir. Ayrıca, sansür, toplu iletişimden kimi düşünceleri ve konseptleri çıkarma yoluyla algıyı kontrol etme eylemi olarak da nitelendirilebilir. Sansüre uğrayan şeyler tek bir kelimeden başlı başına bir kavrama kadar değişebilir ve değer sisteminden, ahlâkî yargılardan etkilenebilir.”

  Sansür uygulaması hiçbir şekilde kabul edilemez. Çünkü yaşadığımız bu dönemde hem kendi düşüncelerimizi geliştirebilecek hem de karşıt düşünceleri öğrenebilecek kaynaklara ihtiyacımız vardır. Dünya da bir konuyla ilgili sadece bir düşüncenin yer almasını bekleyemeyiz. Ne konuda olursa olsun her olayın bir iyi, birde kötü tarafı vardır. Sansür sayesinde bu olayların hep iyi tarafının yazılması ve gösterilmesi sağlanır. Yani sansürle bir toplum baskısı oluşur. Toplumda bir konuda söz söylemek isteyenlerin sözü kesilir, dinleyenler de kandırılır.  Sansür hem özgürlüğü kısıtlar hem de kandırmacadan başka bir şey değildir.

  Günümüzde de sözünü esirgemeyen, doğru bildiğini savunan ve bunu söylemekten çekinmeyen gazeteciler yargılanmaktadır. Çünkü güçlü diye adlandırabileceğimiz birileri olaylara sadece iyi açıdan bakılmasını istemekte ve kötü yanlarını yazanların, söyleyenlerin hayatlarına istedikleri gibi yön vererek onları susturmaktadır. Birilerinin yazdıkları şeylere cevap vermek yerine onları susturmayı tercih etmek işte bu sansürdür. Bu sansürden etkilenmek istemeyen gazetecilerde şimdilerde köşelerinde önemli konuları yazmak ve eleştirmek yerine farklı yollara başvurmaktadır. Köşe yazarları onlardan yazılması beklenen soft haberleri alaycı bir şekilde yazmakta, sansür uygulaması yapanları tiye almaktadırlar. Düşününce sanırım şuanda derdimizi anlatmak için yapılacak daha etkili bir şey yok. Çünkü biz sansürlüyüz.
 

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Press

  Press Filmi Diyarbakır'da gazetecilik yapmaya çalışan, Gündem çalışanlarının başlarından geçenleri anlatıyor. 92-93 yılları arasında olağan üstü hal bölgesinde çalışan gazeteciler baskıya ve şiddete maruz kalırlar. Engellemeler ve teknolojik yetersizliklerden dolayı haber yapabilmek için değişik çözümler üretmeye çalışırlar. Gündem gazetesi İstanbul merkezli olduğu için, haberleri merkeze gönderirken engellemelerle karşılaşırlar, bunu çözmek için otobüsle göndermeyi, un kavanozunda göndermeyi denerler. Fotoğraf bastırmaları engellenince, fotoğraflarını kendileri basabilmek için küçük bir oda hazırlarlar. Gazetelerin dağıtımı engellenince mahalleli çocuklarında yardımıyla gazeteyi elden gizlice dağıtmaya başlarlar. Bu gazeteciler olağan üstü hal bölgesindeki insan haklarına aykırı davranışları gündeme taşımaya, insanların gözünü açmaya çalışırken birçok da tehdit alırlar. Bu tehditleri kulak arkası etmenin bedeli de ölümdür. Etkileyici bölümlerden bir diğeri ise 17 yaşında ki Fırat’ın bunca olaya ve zorluğa tanık olmasına rağmen gazeteci olmak istemesidir.
  Filmin yaşanmış bir olayı anlatıyor olması son derece ilgi çekicidir. En önemli özelliğiyse zamanlamasıdır. Kürt sorununu ele alması, geçmişte gazetecilere yapılmış fakat günümüzde unutulmuş bu baskı ve şiddeti gözler önüne sermesi bugünle arasında büyük bir bağ oluşturmaktadır. Günümüzle, filmde bahsedilen 92-93 yıllarını karşılaştırdığımızda; gazetecilere olan tutumun çok da değişmediğini görüyoruz. Basının sesini kesmeye çalışan bir güç ve buna karşı ayakta kalmaya çalışan gazetecilere baktığımızda, günümüzle benzerlikler bulmak mümkün. Basın, baskı ve şiddetle engellenmeye çalışılmaktadır. Film doğruları gündeme taşımak isteyen gazetecilerin tıpkı bugün olduğu gibi hapishanelerde olmasının yeni bir şey olmadığını göstermektedir izleyicilerine. Bugünde gazetecilerin sesleri bir şekilde kesilmeye çalışılmaktadır.
  Türkiye’de ve dünyada filmlerde ki en çarpıcı sahnelerin daha çok hissedilmesini sağlayan en önemli unsur müziktir. Presste müzikler pekiyi ayarlanamamıştı. Görüntülerinde bazı kusurları vardı. Bunun nedeni büyük ihtimalle Sedat Yılmaz’ın ilk uzun metraj deneyimi olmasıdır. Ama Press bu özellikleriyle başarılı olabilir zaten. Konusuyla öne çıkarak insanlara etki edebilir ve bunu başarıyorda.
   Konusu acıklı olmasına rağmen içinde doğal insan ilişkilerini barındırması izleyicide hüznün içinde tebessümü oluşturuyor. İzleyen herkeste farkındalık yaratacak bir film. Mekâna ve döneme uyum sağlayan Türkçe ve Kürtçe konuşmalara yer veriliyor. Filmi tek kelimeyle özetlemek gerekirse: Gerçek!

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Puf Puf, Çıtır Çıtır Poğaçalar

  Reklam pazarlama için kullanılan bir araçtır, kimi zamansa bilgilendirmek için. Reklamlar, pazarlaması yapılacak olan eşyaların hitap ettiği kitleye göre kurgulanır. Ortalama bir dakika süren reklamlarda aslında bir çok hikaye anlatılabilir. Çeşitli ev eşyalarıyla gündeme gelen Arçelik’in kadınlara hitap eden ve klasik bir hikayeyi, esprili bir şekilde anlatan reklamı buna iyi bir örnek olabilir. Arçelik, Anneler Günü ile birlikte bir reklam serisi oluşturdu. “Kadınlık ve Annelik” temalı bu reklam serisinin sonuncusunda Nevra Serezli de yer alıyor. Üstelik bir çok reklamın aksine kadın cinsel bir obje olarak yansıtılmıyor.
  Reklamın seslendiği kitle Türk Halkı ve Türkiye’de yaşayan kadınlar. Kitle aile ve anne kavramına duyarlı. Bu nedenle kurgu gelin ve kaynana arasındaki ilişki üzerinden ilerlemiş bir de kampanyaya yıllardır filmlerini izlediğimiz, sevilen bir sanatçıda eklenince eğlenceli bir reklam oluşmuş. Diğer reklamların aksine beyninize zorla bir marka kazınmıyor. Arçelik markası devamlı tekrarlanmıyor, rahatsız olup kanalı değiştirmek yerine, yüzünüzde bir tebessümle, bir komedi dizisi gibi izliyorsunuz.
  Aslında kısa bir özet geçmek gerekirse; anne karakteri memlekete dönen oğlunun tek başına gelmesini beklerken bir sürprizle karşılaşır. Kapıyı açtığında oğlunu ve gelin adayını karşısında görür. Tipik bir kaynana edasıyla oğlunun kız arkadaşına ön yargılı yaklaşır. Ardından telaşlı bir anne çıkıyor karşımıza önce “ Düşünün yavrum biraz.” ile başlıyor, bu arada kız istemeye gidiliyor. Davetiyeler hazırlanırken oğlunu paylaşamayan anne “ Henüz erken değil mi?” diye yüz asıyor. Son noktayı “ Hayatta olmaz!” diyerek koyuyor ama işe yaramıyor. Bir sonraki sahnedeyse katiyen reddettiği bu düğünde, göbekler atarken buluyoruz onu. Balayı bitiyor ve kayınvalide gelinini ziyarete gidiyor. Masada gördüğü hamur işlerine yine önyargıyla yaklaşıyor fakat yanılıyor. Arçelik fırınla yapılan hamur işleri “ puf puf, çıtır, çıtır “ oluyor. Reklamın başında gelinine ön yargılıyla yaklaşan kayınvalide, sonunda onu kızı gibi sevdiğini belirtiyor.
  Yani tamamen Türk halkının gelin- kayınvalide ilişkileri esprili bir dille gözler önüne seriliyor. Sevgi dolu bir anne, kız istemek, poğaça ve börekler, damat halayı müziği eşliğinde bir düğün ve göbek atan insanlar bu sahneler sıcak aile ortamını güçlendiriyor. Reklamı izlerken annenin önyargılarına gülümsüyorsunuz çünkü Nevra Serezli yılların birikimiyle bu davranışlara mimikleriyle espri katıyor. Kayınvalidenin önyargılı halinin, gelinini kızı gibi sevmesiyle sonuçlanan reklamda yaşananlar ekranda kendimizi görmemize yol açıyor ve ilgi çekiyor. Yani reklam ürünün kullanıcı kitlesine erişmeyi başarıyor.
  Birçok reklam kampanyasında kadınlar cinsel bir obje gibi yansıtılıyor ya da o ürün için çıldıran ve kendini küçük düşüren bir kurgunun içinde oluyor. Reklamlarda erkekleri baştan çıkaran kadınlarla karşılaştığımız bu son yıllarda kadının cinselliğiyle değil de farklı bir kimlikle bir reklamda yer alması çok hoşuma gitti. Çünkü günümüzde en alakasız reklamlarda bile kadın bir ürün için kışkırtıcı danslar ediyor, kendini erkeklere beğendirmek için çabalıyor ya da bir erkeğe sırf parfüm kokusu için arzu duyduğunu belli ediyor. Bu reklamdaysa gelinimiz modern görüntüsünün yanında yemekte yapabileceğini gösteriyor. Türkiye açısından baktığımız zaman cinsel öğeler içeren reklamlara biraz daha uzak duran bu kitleye erişmek için aileyi ve anneyi öne çıkarmak çok akıllıca. Reklamın izlenmesi ve ürünün satması için kadınların cinsel obje olarak kullanılmasına gerek olmadığına güzel bir örnek oluyor.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Üç Saat, İki Göbek, Bir Mürüvvet

  Hafta içleri saat 11.30 ve 15.00 arası Fox TV ekranlarında yayınlanan Su Gibi isimli programı, kendi sloganlarıyla “Türkiye’nin en çok evlendiren programını” daha detaylı bir şekilde ele almak istedim. Su Gibi hafta içleri her gün aynı saatte izleyiciyle buluşuyor. Yaklaşık 3 saat süren programda sunuculardan Songül Karlı şarkılar seslendirirken, diğer sunucu Uğur Arslan ise şiirler okuyarak programın akışını sağlıyor. Nabzı düşürmemek adına şarkılar, türküler söyleniyor, göbekler atılıyor. Bu üç saat içinde yaşananlar genelde aynı. Bir hafta boyunca izlerseniz konukların aynı kişiler olduğunu ve programa katılan gelin ve damat adaylarını kendi ailelerinden biri gibi eleştirdiğini bazense sevdiğini görebilirsiniz. Değişen tek şey adaylar bazen onlar bile değişmiyor. Bu programın temel amacı insanları evlendirmek. Sunucular bu konuda iddialı olduklarını ve işlerini başarıyla yerine getirdiklerini belirtiyorlar devamlı, kendilerine güveniyorlar.
  Programın formatı insanları evlendirmek ve bu formatı başarıyla uyguluyorlar. Bu açıdan baktığımızda hiçbir sorun yok izleyici, kanal ve sunucular için. Ama aslında biraz daha dikkatli bakarsak bu formatın hayatımızda önemli bir yeri olan evlilik kavramını farklı bir boyuta soktuğunu görebiliriz. Nasıl mı? Öncelikle programımızın Türk toplumuyla ilgili bazı kalıpları var. İzleyici bazen bu kalıplara sokuluyor, bazense kendi isteğiyle bu kalıbın içinde olmak istiyor. Programın formatı belli, katılanların amacıda. Fakat gözden kaçan bir şey var oda evlilik kavramının kafamızda yerinin değişmesi. Katılan adaylar flört etmeden, aşık olmadan, bir şeyler paylaşmadan, birbirlerinin değerini anlayamadan yani ortak bir paylaşımları olmadan mı evlenecekler? İnsanları 10 dakika birbirine gösterip, ardından bir çay içtirip evlenmeye hazır mısınız diye sormak ne kadar doğru olabilir ki? Doğru değilse nasıl oluyor da bir furya halinde bu programlar gittikçe çoğalıyor ve içimize bu kadar girebiliyor, işleyebiliyorlar.
  Programın bir diğer sloganıysa “Bütün memleketi evlendireceğiz.” Program öyle bir boyut kazanmış ki formatlıktan çıkıp, sunucular için bir görev olmuş, birbirini tanımayan insanları tanıştırıp, karar koltuğuna oturtup evlendirmek. Evlenmeye giden yolu biraz daha açmak gerekirse birbirini beğenen çiftler görüşme odasına gidip, bir bardak çay içme vaktinde hayatlarını sürdürecekleri o insanı tanımaya çalışıyorlar. Yani evlenme kararını alabilmeleri için birkaç dakikaları var. Katılan adayların düğünleri, nişanları program içinde yapılıyor. Nikâh kıyıldıktan ya da yüzükler takıldıktan sonra adaylar, konuklar ve o anda orda bulunan herkes tipik düğün sahnelerinde olduğu gibi oynamaya, dans etmeye başlıyor. Büyük ihtimalle kimi izleyicilerde ekran başında onlara eşlik ediyor.
  Dikkatlice incelediğinizde adayların aradığı belirli özellikler var. Özellikle kadınlar evlenecekleri kişide başarı, mal, mülk arıyorlar. Zaten bu öyle kabul görür bir şey olmuş ki damat adayları kendileri belirtiyorlar sahip oldukları malı, mülkü. Kimi zaman az da olsa “ Ne mezunusunuz?” diye bir soruda işitebiliyorsunuz ama öncelik mal ve mülkte. Evleneceksek bundan sonraki maddi durumumuzu, yaşantımızı garanti altına alalım düşüncesi var anladığım kadarıyla. Bir damat adayı geliyor eli yüzü düzgün, gelin adayının yüzü gülüyor önce. Sonra sorular başlıyor gelinimiz damadın evi, yatı, katı olmadığını öğrenince bir anda yüzünü asıyor. “ Yani elektrik alamadım, sonuçta ilk gördüğüm an bir şeyler hissetmeliydim.” diyerek damat adayını reddediyor.
  Programın gözden kaçmayan muhafazakâr bir havası da var. “Biz sizin için hep dua ediyoruz sizde bizim için edin.” diye başlıyor Uğur Arslan, ardından “Eteğim çok kısa olmuş bugün babam kızıyor.” diye devam ediyor Songül Karlı. Eğer o gün bir çift dünya evine girdiyse, çifte ‘ Besmele çek besmele.’ diyerek son noktayı da koyuyorlar.
  Günümüzde bu saatlerde yayınlanan yaklaşık üç benzer formatlı program var. Halk istiyor ki medya bu isteği karşılıyor. İşte burada düşünmeye başlamalıyız. Günümüzde sizde evlenmek istiyorsanız jenerikte de belirtildiği gibi “Evlenmeye karar verdiysen, sen de evlen Su Gibi’de.”




17 Nisan 2011 Pazar

Yaşam Süresi Artış Hızı Rekoru Kırdık OECD’de Altta Kaldık

  Hürriyet Gazetesinin 15 Nisan 2011 Cuma günü yayınlanan haberine göre Türkiye OECD ülkeleri arasında ortalama yaşam süresi en fazla artan ülke olmuş. Buna rağmen Türkiye’de ortalama yaşam süresi 2008 OECD bölgesinde en alt sırada yer almış.
  Bana göre bu haberin en önemli kısmı Türkiye’nin 1983 ve 2008 yılları arasında yaşam süresini 13.9 yıl arttırarak, yaşam süresini en fazla arttıran birinci ülke olmasına rağmen, halen yaşam süresi bakımından en altta kalmamızdır. Türkiye büyük bir artış göstermesine rağmen, ülkedeki bebek ölümlerini fazla olması, istihdam oranının OECD’ye göre düşük olması, işsizlik oranında ikinci ülke olması gibi nedenlerle sıralamada en altta bulunmuş. Yaşam süresini arttırmış olsak da ülkemizdeki istihdam sorununu, sağlık sorununu, işsizlik sorununu çözemediğimizin bir kanıtıdır bu haber.
  Haber Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın raporuna göre hazırlanmış. Bu sonuca ulaşılırken bebek ölüm oranları, istihdam oranları ve işsizlik oranları göze alınmıştır. Bu oranları birleştirdiğimizde yaşam süresinin oranı da desteklenmiştir.
 OECD’de bebek ölüm oranları ortalama binde 4.6 iken Türkiye’de bu oran binde 17, ortalama yaşam süresi oranlarında OECD’de 79.3 yıl, Türkiye’de ise 73.6 yıl, OECD’de istihdam oranı ortalama yüzde 66.1, Türkiye’de ise yüzde 44.3, yoksulluk oranı OECD’de yüzde 11.1 iken, Türkiye’de yüzde 17 olmuştur. Bu ve bunun gibi veriler yaşadığımız ülkenin 25 sene içinde yaşam süresini uzattığını fakat bunu yaparken asıl etkenleri gözden kaçırdığını, bir ülkenin gelişmişlik seviyesine ulaşabilmesi için gerekli olan tüm etkenlerin gerçekleştirilemediğini göstermektedir. 

11 Nisan 2011 Pazartesi

Survivor Nihat !


Eminim ki 10 Nisan 2011 Pazar akşamı Türkiye’nin yarısından fazlası Survivor’ı izledi. Ve bu durumun en büyük sebebi de Nihat Doğan’dı. Acun Ilıcalı yıllardır bir çok yarışma programının yapımcılığını ve sunuculuğunu üstleniyor. Daha önce de Survivor Büyük Macera, Survivor Türkiye- Yunanistan, Survivor Aslanlar-Kanaryalar , Var mısın, Yok musun yarışmacılarının yarışmacı olduğu Survivor Kızlar-Erkekler, gibi programlar ekranda olmuştu ama hiçbiri böyle ses getirmemişti. Diğer Survivor’ları rekabet ve heyecanı hissedebilmek için izlerken, Survivor Ünlüler-Gönüllüler isimli yarışmayı yalnızca Nihat Doğan’ın anlamlı sözlerini duymak için izleyenler var. Bana sorarsanız ben izlerken zevk alıyorum, Nihat Doğan’ın kişiliği gerçekten ilginç geliyor bana. Yarışma kazanıldığında, kameraman sadece Nihat Doğan’ı gösterdiği an arkadan “Eye of the Tiger” melodisi yükselse tam olacak bir manzara sergiliyor sevgili yarışmacımız.
10 Nisan’ın özelliği ise yarışmayı kaybeden tarafın Ünlüler olması. Nihat Doğan bu işe çok bozuldu, inzivaya çekildi, arkadaşlarıyla iletişimini kesti, gerçekten yıkılmış görünüyordu. “Yarın yine kaybedebiliriz ama kaybedince vay efendim çok güzel oldu, hadi göbek atalım, yani inanamadım hayretler içinde kaldım. Bu takım benim takımım olamaz dedim. Kaybederken üzülmeyenin kazanmaya hakkı yoktur, Kaybederken üzülmeyen kaybetmeye mahkûmdur” dedi. Nihat Doğan’a Acun’un ne teklif ettiğini bilmiyorum ama Nihat Doğan gerçekten bu işe gönül vermiş görünüyor, sanırım yarışma sonunda ada’yı kazanacağını filan sanıyor. Bu hırs neden sevgili Nihat Doğan?





25 Şubat 2011 Cuma

Ünlü oyuncu + spor araba oldu mu sana reklam filmi

  Hayatımda gördüğüm en saçma reklamlardan biri. Gerçekten zirveyi zorluyor. Pepsi demişki " Şöyle bir reklam filmi hazırlayalım da kendimizi hatırlatalım." Ardından düşünmüşler, düşünmüşler hiçbir şey bulamamışlar. Son karar ünlü oyuncu + spor araba = tutulan reklam. Hayır efendim dünyanın en saçma reklamı olmuş, ekrana çıktığı an bu kadar da salak yerine konulmaz insan, harcanan paraya, emeğe yazık demekten alamıyorum kendimi.
  Hiç bir allahın kulu dememiş mi ? " Arkadaşlar bu reklam olmadı, saçma oldu!" diye. Reklamda ünlü oyuncu Kenan İmirzalıoğlu boy gösteriyor. Bundan öncede bir çok Pepsi reklamında boy göstermişti. Şimdiyse neden bu reklam filmini kabul ettiğini anlatıyor. "Tüm karizmanı kullan Kenan! " demişler belli. Bir viyadükte yanında son model arabasıyla Pepsi'nin yaptığı reklam teklifini neden kabul ettiğini anlatıyor. O arada bu reklamı izleyen hayranlarının mutluluğunu gözlerinin önüne getiriyor. Ünlü tamam, araba tamam, şimdi bir de hayranlar geldi ortam şenlendi. İşte oldumu sana mükemmel reklam. Yahu akıl var mantık var reklam yetenek, yaratıcılık işidir. Şöyle daha yaratıcı bir reklam yapamıyorlar mı? Bizde izledikçe gerçekten o reklamdaki sevenler gibi mutlu olalım, gülelim, eğlenelim. Eskidende bir çok ünlüyle yaratıcı, ses getiren reklam filmlerine imza atmıştı Pepsi. Ama bu sonuncusu gerçekten fiyasko...

24 Şubat 2011 Perşembe

Hastalığa Savaş Açtım

  Aralık ayında askılılar ve ince hırkalarla dolaşmamızın öcünü alıyor tabiat ana galiba... Benim gibi olan bir sürü arkadaşım olduğuna eminim işte benim hastalık günlüğüm. Artık hasta olmak istemiyorum.
İçtiğim portakal suyunun haddi hesabı yok. Neymiş C vitamini ama itiraf etmeliyim ki işe yarıyor. Soğuk havalardan etkilenip hasta olmanın cezası fena değil aslında. Okula gitmemek için kendime bahanem oluyor, böylece vicdanım rahat :) Ama ne yapayım yani hasta hasta gidemem ki... Zaten evde oturmak daha da kötü oluyor devamlı ne yapsam, ne izlesem, ne okusam yoksa uyusam mı? diye düşünüyor insan. Overload yapmanında etkisiyle ödev sayımın artması ve bunlara bir an önce başlamam gerektiği gerçeğini görmezden geliyor ve içimi dökmek için bu satırları yazmayı tercih ediyorum. Sabahtan beri The Vampire  Diaries izliyorum içim dışım, aklım fikrim kurt adam, vampir ve büyücü oldu, paranoyaklaşmama az kaldı.

  Aslında benim böyle zamanlarda en çok sevdiğim şey kafama kadar yorganımı çekip elime kahvemi ya da çayımı alıp camın önüne kurulup yağan yağmuru seyretmektir.( Ne zaman hasta olsam kesin yağmur yağardı ama bugün bir ilk yaşandı.) Sağ olsun dün yağan yağmurdan geriye hiçbir şey kalmamış sadece sis. En iyisi televizyonu açmak. Veee tabikii her kanalda saçmalık ötesi kadın programları. Şimdi haklarını yememek lazım ne zaman canım sıkkın olsa kadın programı izlesem çok gülüyorum. Derdim, tasam, sıkıntım hiçbir şeyim kalmıyorum. Özellikle bu evlilik programları hastalığa birebir. Esra Erol'la Evlen Benimle, Zuhal Topal'la Dest i İzdivaç vazgeçemediklerimden. Bu insanlar gerçek mi? Bu konuşmalar gerçekten senaryo değil mi? Böyle insanlar var mı yaa? Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Ama tek bildiğim hayatın zorlaştığı, burunların tıkandığı anda bir 10 dk izdivaç izlemek her derde çözüm oluyor sanki. İnsan haline şükrediyor! Ben bugün 5-6 dk izledim çok komik bir çift vardı, sunucu yorumlarıyla daha da komik oldu ya da içler acısı olaya nasıl bakıyorsanız. Şimdi kendime bir film seçeceğim ardından kahvemi hazırlayıp koltuğuma kurulucam. Sizde hastaysanız bol bol su için, portakal suyunu ihmal etmeyin bir de üstüne evlilik programı izlediniz mi hiçbir şeyciğiniz kalmaz. Geçmiş olsun!